logo

‘Bir Büyüme Stratejisiyle Yeni Üniversiteler Açılmalı’

‘Bir Büyüme Stratejisiyle Yeni Üniversiteler Açılmalı’

2017 yılı itibarıyla Türkiye’de 2,3 milyon aday üniversite giriş sistemine başvurmuştur. Yükseköğretim sistemindeki genişlemeye rağmen, bu adayların çoğu herhangi bir yükseköğretim programına yerleştirilemeyecektir. Gerek liseden mezun gerekse de kontenjan sayılarındaki mevcut eğilimlerin devam etmesi durumunda, yükseköğretimde arz ve talep arasındaki uyumsuzluğun önümüzdeki yıllarda daha da artması muhtemeldir.

40 yıldır değişmeyen üniversite giriş sistemi

2017 yılı itibarıyla Türkiye’de 2,3 milyon aday üniversite giriş sistemine başvurmuştur. Yükseköğretim sistemindeki genişlemeye rağmen, bu adayların çoğu herhangi bir yükseköğretim programına yerleştirilemeyecektir. Gerek liseden mezun gerekse de kontenjan sayılarındaki mevcut eğilimlerin devam etmesi durumunda, yükseköğretimde arz ve talep arasındaki uyumsuzluğun önümüzdeki yıllarda daha da artması muhtemeldir.

Bekir S. Gür- Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi

Bugünkü adıyla Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM), 1974 yılında 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’na göre Üniversitelerarası Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÜSYM) adıyla kurulmuştur. Kuşkusuz, kuruluşundan bugüne ÖSYM ve ÖSYM’nin yaptığı hizmetler önemli değişimler geçirmiştir. Gerçekten de geçen 40 yılı aşkın sürede çok değişik sınav sistemleri denenmiş ve çeşitli uygulamalar hayata geçirilmiştir. Örneğin, hem soruların hazırlanma yöntemi hem de sınavın uygulanmasına ilişkin güvenlik protokolleri değiştirilmiştir. Bu yıl çokça tartışılan, sınava girecek adayların sınavdan en geç 15 dakika önce binaya girmeleri gerektiği yönündeki kural da yeni uygulamalardan biri olarak sayılabilir. Sınav süreçlerine ilişkin bu değişimlere rağmen, ÖSYM tarafından yürütülen merkezi üniversite giriş sisteminin temel paradigması 1970’lerden beri değişmemiştir. Bu paradigma, sınırlı sayıda kontenjana karşılık çok sayıda öğrenci olduğu varsayımına dayalıdır. On yıllardır Türkiye yükseköğretime giriş sistemini baskı altına alan en temel hususun da yükseköğretim arzı ve talebi arasındaki uyumsuzluk olduğu kabul edilmektedir.

ARZ VE TALEP UYUMSUZLUĞU

Merkezi üniversite giriş sisteminin kurulduğu 1970’lerin Türkiye’sinde, 20’ye yakın sayıda üniversite ile yıllık 40-70 bin civarında kontenjan söz konusudur. 40 milyonluk bir ülke için bu sayı oldukça düşüktür. Ancak liseden mezun sayısının da on binlerle ifade edildiği bir ülke için, üniversite girişte arz ve talep arasında uyum sağlamak ve herhangi bir kayırmacılığa yer vermemek için merkezi bir giriş sisteminin düşünülmüş olması gayet makuldür. 1970’lerin başında liseden yeni mezun olup üniversiteye yerleşemeyen aday sayısı on binlerle ifade edilirken, liseden mezun sayısının hızla artmasına paralel olarak 1980’lerde bu sayı yüzbinlere ulaşmış ve 1990’lı yıllarda da bu artış eğilimi devam etmiştir. 1999 yılına gelindiğinde, üniversite giriş sınavına yeni ve eski mezunlardan oluşan yaklaşık 1,5 milyon aday başvurmuş, yalnızca 450 bin civarında aday üniversiteye yerleşmiştir. Her ilde bir üniversitesinin kurulması politikasının AK Parti tarafından benimsendiği 2007 yılında ise, üniversite giriş sınavına başvuran sayısı 1,8 milyona, yerleşen sayısı ise 500 bine dayanmıştı.

20. yüzyılda Türkiye, yanlış bir politika izleyerek yükseköğretim sektörünü oldukça muhafazakar bir tarzda genişletmiştir. Öte yandan, Egemen Üniversite: Amerika’da yükseköğretim sistemi ve Türkiye için reform önerileri (EDAM, 2016) başlıklı kitapta genişçe tartıştığım üzere, başta ABD ve Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere bütün gelişmiş ülkeler yükseköğretim sektörlerini 20. yüzyılın ikinci yarısında hızla büyütmüştür. Açıkçası, 1992 yılı DYP-SHP koalisyonu istisna sayılırsa, Türkiye’de 2000’li yılların ortalarına dek görev yapan hükümetler ve yükseköğretimin koordinasyonundan sorumlu Yükseköğretim Kurulu (YÖK) toplumsal talebi karşılamak adına üzerlerine düşen görevi yeterince yerine getirmemişlerdir. Gençlerimizin yıllarını heba ettiği üniversite giriş sınavının bu kadar büyük bir toplumsal travmaya dönüşmesinin en temel sebebi, on yıllar boyunca yükseköğretimin elit bir hizmet olarak sunulmuş olması ve yükseköğretimin yeterince kitleselleştirilememiş olmasıdır.

Her ilde en az bir devlet üniversitesi kuran AK Parti hükümetlerinin yükseköğretimde agresif bir büyüme politikası izlemek zorunda kaldığı doğrudur. 2017 yılı itibarıyla Türkiye’de 2,3 milyon aday üniversite giriş sistemine başvurmuştur. Yükseköğretim sistemindeki genişlemeye rağmen, bu adayların çoğu herhangi bir yükseköğretim programına yerleştirilemeyecektir. Gerek liseden mezun gerekse de kontenjan sayılarındaki mevcut eğilimlerin devam etmesi durumunda, yükseköğretimde arz ve talep arasındaki uyumsuzluğun önümüzdeki yıllarda daha da artması muhtemeldir.

Dahası, Yükseköğretime Bakış 2017: İzleme ve Değerlendirme Raporu (Eğitim-Bir-Sen Stratejik Araştırmalar Merkezi, Haziran 2017) başlıklı raporda da belirtiğimiz üzere, Türkiye’nin yükseköğretim okullaşma oranları OECD ülkeleri ortalamasının hala gerisindedir. Ayrıca, Türkiye’deki yükseköğretim öğrencilerinin yarısının açıköğretim programlarına kayıtlı olduğu ve genç nüfusa bağlı artan yükseköğretim talebi düşünüldüğünde, Türkiye’de yükseköğretim talebini karşılayabilecek bir arz (kontenjan) politikasının izlendiği söylenemez. Nüfus dikkate alındığında Türkiye’deki üniversite sayısının oldukça az olduğu görülmektedir. Türkiye’de milyon kişi başına düşen üniversite sayısı 2,1 iken, bu sayı ABD, Rusya, Danimarka, Malezya, Polonya, İsviçre ve Norveç için 10’un üzerindedir.

NE YAPILMALI?

Hükümetin ve yükseköğretime giriş sisteminin kurallarını belirleyen YÖK’ün, Türkiye’nin mevcut durumunu ve önümüzdeki muhtemel senaryolarını dikkate alarak, yükseköğretim arz ve talebini uyumlaştırmak üzere yükseköğretim sisteminde bazı değişikliklere gitmesi zorunludur.

Öncelikle, gerek gelişmiş ülkelerdeki gerekse de Türkiye’deki eğilimler, yükseköğretim sistemlerinin büyümeye devam edeceğini göstermektedir.

4+4+4 olarak bilinen düzenleme sayesinde zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarıldığı ve liseden mezun sayısının her geçen yıl daha da artacağı dikkate alındığında, Türkiye’deki mevcut yükseköğretim kapasitesinin artırılması bir zorunluluktur. Bu çerçevede, bundan sonraki olası toplumsal ve siyasi taleplerin daha iyi ve rasyonel bir şekilde yönetilebilmesi için, şimdiden bir büyüme stratejisi belirlenmeli ve bu strateji temelinde yeni üniversiteler açılmalıdır.

Aynı şekilde, kaliteli öğretim üyesi ihtiyacı dikkate alınarak, yıllık doktora mezun sayısı 5-6 binlerden 2023 yılına kadar en az 15-20 binlere çıkarılmalı ve bu amaçla yurtiçi ve yurtdışı burslar/destekler artırılmalıdır.

Çok fazla talep olmayan önlisans ve lisans programları ile açıköğretim programlarına, merkezi yerleştirme ile yılda bir defa öğrenci alma uygulamasından vazgeçilmelidir.

Açıköğretim, belli şartları sağlayan herkese gerçek anlamda “açık” olmalıdır. Ancak, açıköğretimin yükseköğretim sistemi içerisindeki payının olağandışı bir derecede yüksek olduğu dikkate alınarak, açıköğretimin sistem içerisindeki payını düşürmeye yönelik politikalar geliştirilmelidir.

Son olarak, üniversite giriş sınavının yılda birden çok yapılabilmesi ve böylece olağanlaştırılmasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Böylece, 15 dakika benzeri kuralların getirilmesi, bu kadar tartışmaya veya mağduriyetlere yol açmayacaktır.

Yeni Şafak

Etiketler: » » » » » » » »
#

SENDE YORUM YAZ

5+9 = ?

Güvenlik Kodu * Time limit is exhausted. Please reload CAPTCHA.

Etiketler:, , , , , , , ,